Yeniden gitmeye karar vermiştim


Advertisement
United States' flag
North America » United States » New York
June 24th 2016
Published: June 24th 2016
Edit Blog Post

1 Ağustos 1990 New York, USA

Beş haftalık tatilden ve uzun bir karar aşamasından sonra tekrar gemilere geri döndüm. Bu sefer New York-Canada cruise gemisinde çalışacaktım. Yine aynı gemime, Regent Star'a dönmüştüm. Artık tecrübeliydim ve kendime güvenim vardı. Herkesi tanıyordum, herkes de beni tanıyordu. Ama hep içimde bir soru işareti vardı: Ben ne olacaktım?! Gemide çalışmak ufkumda gördüğüm bir şey değildi. Eğleniyordum, geziyordum, para kazanıyordum ama nereye kadar gidecek diye de sormadan duramıyordum. Fransızca öğretmenliğini bitirmiştim daha sonra TUREM turizm otelcilik kursunu bitirip ön büro ve otel yöneticiliği diploması almıştım. Aklımda İstanbul'da büyük otellerden birinde iyi bir pozisyonda çalışmak vardı. İngilizcemin yetersizliğinden dolayı Pera Palas'ta hiçbir zaman resepsiyonda çalışamayacağımı anladığımdan oradan işten çıkıp, gemilere gelmeden önce Harbiye Konak Otel'de resepsiyonist olarak işe başlamıştım. Şimdi İngilizce konuşuyordum ama gemilerde çalışmak da çok hoşuma gitmişti ve Türkiye'ye dönüp bunu yarıda bırakmak istemiyordum. Kısacası karman çorman bir haldeydim. Gemiye geldikten bir ay sonra rotamız değişti ve Philadelphia'dan üç günlük nowhere yolculuklarımiz başladı. Bu yolculuklarda herhangi bir limana uğramadan açık denizde ilerleniyordu ve geri aynı limanımıza dönüyorduk. Yolcular sadece güzel vakit geçirmek, içmek ve eğlenmek için geliyorlardı. Bugün bile hayretler içinde ne kadar para kazandığımı anlatırım anılarımı paylaştığım insanlara ve çoğu bana inanmayan gözlerle bakar çünkü gerçekten inanılacak gibi değildi. Gün içinde üç dört kere odaya gidip bel çantamı boşaltırdım. Ortalama günde bahşişlerle beraber 700 dolar kazanıyordum. Sanki bütün hayatım boyunca sürecekmiş gibi delicesine para harcıyordum. Fakat bu cruiseda yalnızca dört ay çalışabildim çünkü kontratımı yaşamımın mozaik taşlarından biri olacak Vassilis'e göre ayarlamıştım. Gemiden indiğimde Türkiye'ye uçup uçamayacağımı bile bilmiyordum çünkü körfez savaşı başlamıştı ve TWA Türkiye'ye uçuşları durdurmuştu. Ama gemide Almanya'ya kadar uçup THY'den bilet alabileceğim söylenmişti. Körfez savaşı boyunca bir müddet Türkiye'ye yalnızca THY uçuşları vardı. Philadelphia'dan Miami'ye uçtum. Miami'de havaalanında TWA yetkilileri Avrupa'ya da uçuş yapmadıklarını söyledi ve beni Lufthansa'ya bilet almaya yönlendirdiler ve bu paranın daha sonra Türkiye'de bana geri ödeneceğini söylediler. Fakat sadece dönüş biletine harcadığım 1500 dolardan 200 dolarını geri alabildim, o da altı yedi kere gidip geldikten sonra. Bu olaydan sonra TWA ile uçmama kararı aldım. Türkiye'ye döndükten iki hafta sonra Vassilis ve annesi de karayolu ile Türkiye'ye geldiler. Vassilis'in kızkardeşi Beba İstanbul'da Galatasaray Hamamı'nın sokağında Aydın Apartmanı'nda yaşıyordu ve bir önceki tatilimde onunla tanışmıştık. Ama annesi Mercedes Hanım'la tanışmak için büyük bir heyecan duyuyordum. Sonra benim ailem ve onların ailesi Polonezköy'deki Beba ve kocasının işlettiği küçük bir otelde buluştuk. O gün, hatıralarıma geçmişimin en güzel günlerinden biri olarak katılacaktı. Körfez Savaşı'ndan dolayı Türkiye çok karışık durumdaydı. Vassilis ABD'den aldığı NY plakalı arabayla gelmişti Türkiye'ye. O plakanın tanınmaması için sadece numaraların yer aldığı yeni bir plaka yaptırmıştık arabaya daha sonra. Çünkü plakayı değiştirmeden önce arabamıza yumurta ve domates atılmışlığı vardır. Arabadan indikten ya da arabayı park ettikten sonra tekrar binmeden yaklaşık 10-15 dakika arabanın sağını solunu altını üstünü kontrol edip öyle biniyorduk çünkü o sıralar Amerika plakalı arabalara bombalı saldırılar düzenleniyordu. Vassilis ile birlikte arabayı İstanbul'da bırakarak Antalya'ya uçtuk. Antalya'da üniversite yıllarından kardeşim gibi sevdiğim Hülya ile Vassilis'i tanıştırdım. Ben Türkiye'den ayrılırken Hülya da Etap İstanbul'da çalışıyordu. Ben Hülya'yı gemilere beraber gitmeye ikna etmek için çok uğraşmıştım ama artık Antalya'da Sheraton Hotel'de casinoda çalışmaya başlamıştı ve görüşür görüşmez o da belki bu kez benimle gemilere gidebileceğini söylemişti. Çok mutlu olmuştum. Ama benim Vassilis ile Yunanistan'a gideceğimi, orada en az üç dört ay kalacağımı ve bu sürede onun iyice düşünüp karar verebileceğini söyledim. Antalya'da kaldığım beş günlük süre zarfında daha sonradan iş arkadaşı olacağımı bilmediğim çok güzel insanlarla tanıştım. İstanbul'a döndükten üç gün sonra sevgili Amerikan plakalı arabamızla Yunanistan yolculuğumuza başladık. Vassilis ve annesi bana sen yolları daha iyi bilirsin dediler ve benden yol göstermemi istediler. Ben de onların asıl İstanbullu olduklarını ve benden daha iyi yolu bildiklerini söylesem de İstanbul dışını çok iyi bilmediklerinde ısrar ettiler. Ben Mercedes Hanım'la bütün İstiklal Caddesi'ni, Cihangir'i ve Galata'yı dolaşmıştım ve o bana doğduğu, çocukluğunun ve genç kızlığının geçtiği, daha sonra da evlenip yaşadığı evleri tek tek göstermişti. Vassilis'in babasıyla Markiz Pastanesi'nde ilk buluşmalarını gözleri yaşlanarak kırılmış camların önünde anlatmıştı. Ben de o gün bu insanların nasıl doğdukları ve ait olduklarını hissettikleri yerlerden kopmak zorunda bırakıldıkları gerçeğinin acısını Mercedes Hanım'ın gözlerinden kalbimde hissetmiştim. Benim yolu tarif edeceğime karar verildikten sonra ben tabelalara dikkat etmeye başladım. Kafamda hep Edirne Kapıkule'ye gitmemiz gerektiği vardı ve o şekilde izledik yolu. Kapıkule'ye geldiğimizde pasaport kontrolüne girdik ve polis vizeniz yok diyene kadar o kapının Bulgaristan kapısı olduğuna dair hiçbir fikrimiz yoktu. Sonra hepimiz birbirimize baktık ve ne olacak şimdi dedik. Ben kendimi yerin yedi kat dibinde hissediyordum. Sonra Bulgar polisi bize girin ve geri dönüş yapın dedi. Türkiye tarafına döndüğümüzde ne yapacağımızı biz de bilmiyorduk. Sonra ben arabadan inip Bulgar polisine Yunanistan'a nasıl gidebileceğimizi sordum. O da bize en yakın İpsala kapısından gidebileceğimizi söyledi. O gün, benim için Bulgaristan hakkında birçok şakalara konu olmuştur. (Tülay'ın ipiyle kuyuya inersen Bulgaristan'dan çıkarsın gibi) Yunanistan sınır kapısından geçtikten sonra çok rahat bir nefes aldığımı hatırlıyorum çünkü artık sorumluluk bende değildi. İlk gittiğimiz yer adını şimdi hatırlayamadığım bir Yunan kasabasıydı ve güzelliği aklımda, etinin lezzeti halen damaklarımdadır. Zaten Vassilis oraya giderken bana hayatında yemediğin lezzette bir et yedireceğini söylemişti. Ona da bir arkadaşı Türkiye'ye gelirken oraya gitmesini tavsiye etmiş, o da orada durmuş ve etin lezzetini tescil etmiş. Şirin güzel bir sahil kasabasıydı. Oradan sonra geceyi Selanik'te geçirdik. Bu benim Selanik ile ilk tanışmamdı. Atatürk'ün doğduğu topraklarda ve yaşadığı evde nefes almak şansına ulaşmıştım. Atatürk'ün doğduğu evin sokağındaki duvar yazısı halen gözlerimin önünde: "Türkiyi'yi gidin!" Bu yazı oradaki Türklerin Türkiye'ye geri dönmeleri için yazılmıştı. Ertesi gün Atina'ya doğru yola çıktık. Atina'da Mercedes Hanım'ın oturduğu mahallenin adı Yeni İzmir (Nea Smyrni) idi. Çok güzel, şirin ve gerçekten küçük bir İzmir'di. Aynı gün pazara çıktık ve kendimi İstanbul'un herhangi bir pazarında gibi hissettim. Pazarcılar Çengelköy'ün bademi, domatesin kırmızısı diye bağırıyorlardı Türkçe olarak. Şaşırmıştım. Gördüğüm herkes Türkçe konuşuyordu. Bir adam Çengelköylü olduğunu, orada doğup büyüdüğünü, annesinin de oralı olduğunu ama yirmi beş yıldır oraya gidemedeğini anlattı ayaküstü. Yunan korkusuyla büyütülmüş nesilden gelen birisi olarak karman çorman olmuştum. Bir grupta bu üzüntümü ya da şaşkınlığımı anlatırken hayatım boyunca kafamda çınlanan bir cümle ile tanıştım. "Siz seksen milyonsunuz, biz on milyon. Savaşa girsek kim kazanır? Kendine sor; neden bizden korkmanız gerektiği öğretilmiş size!" Ve sözlerini "birbirimizden korkarsak bir olamayız" diye bitirmişti. İşte bu cümle! Atina'yı sevmiştim. Gece 11'den sonra yemek yemeye çıkılır; 2'ye 3'e kadar yemek yenirdi. Gittiğimiz bir restoranda bana menüyü verdiler ve yemeğini kendin seç dediler. Ben de ben nasıl seçeyim, anlamıyorum ki dedim. Sen bir oku, anlarsın dediler. Yunanca okuyabildiğimi söylemeliyim sanırım bu arada. Okumaya başladığım zaman çıkardığım sesler benim bütün hayatımca bildiğim yemeklerdi. İmam bayıldı, köfte, sarma, dolma, güllaç, sütlaç, baklava... Bütün menü Türk yemekleriydi. O gece yemekte olan birisi bir hafta sonra evlenecekti. Benim de düğününe gelip gelmeyeceğimi sordu. Ben de tabi ki gelirim, bizim düğünlerden farklı bir düğün görmek ilginç olur dedim. O da biz kimiz ki diye şaşırdı. "Sen Türkiyeli değil misin? Biz de Türkiyeliyiz. Düğünlerimiz aynı" dedi. Eğitim yaşamım boyunca ne kadar farklı olduğumuzun öğretildiği bir ulusun aslında bizden hiç de farklı olmadığını öğreniyordum. Benim için çok güzel bir deneyimdi Yunanistan. Düğünden sonra orada tanıştığımız iki çift ile Paskalya için Korfu Adası'na gittik. Bu adada ilk kaldığımız evin bahçesinde Kumquat ağacıyla tanıştım. Çok şaşırmıştım. Minik mandalinalar gibi meyveleri vardı. Korfu'nun adının da Kerkira olduğunu öğrenmiştim. Atina'ya dönerken bir gün mutlaka Korfu'ya geri döneceğime söz vermiştim. Bu sözümü bir gün yerine getireceğim. O yaz tecrübeler kazandığım ve dünyaya daha farklı bakmaya başladığım bir yaz oldu. Türkiye'ye dönüp tekrar gemilere gitmek için hazırlanmaya başladım ve bu arada Hülya da gemilere gelmek için kesin kararını vermişti.

Advertisement



Tot: 0.157s; Tpl: 0.012s; cc: 7; qc: 44; dbt: 0.1056s; 1; m:domysql w:travelblog (10.17.0.13); sld: 1; ; mem: 1.3mb