Advertisement
Published: January 27th 2009
Edit Blog Post
Sabah 7:30’da Battambang’tan başladığımız yolculuk öğle saatlerinde Phnom Penh otobüs garajında sona erdi. Yerimizden kalkıp ön kapıya doğru ilerlediğimizde gördüğüm manzara karşısında şok geçirdim. 20-30 kadar tuktukçu kapının önüne yığılmış tuktuk diye bağırıyor. Zaten üstleri başları dökülüyor, bir de birbirilerini itekleyerek kapıya doğru bağırış çağırış halindeler. Otobüsten inmek cesaret istiyor. Korcan adamları görünce Türkçe söylenmeye başladı, o Türkçe bağırıp çağırınca adamlar şaşkın şaşkın baktılar sonrada gülüp yine tuktuk diye bağırmaya başladılar. Korcan güç bela çantaları alıp kapının önüne geldi ve kendi vücudunu bana siper edip beni otobüsten indirip yolun kenarına götürdü. Orada çantalarımızı aceleyle sırtımıza alıp hemen garajın dışına çıktık. Elimizdeki haritayla nehir kenarını aramaya koyulduk. Ama nafile, hiç kimse İngilizce bilmiyordu ve sokak isimlerini bulmak bile çok zaman alıyordu. Sıcak ve nem de bir yandan bastırmıştı. Bir tapınağın önünde sakince bekleyen tuktukçuya gidip bizi nehir kenarına götürmesini istedik. Phnom Penh’te otel ve hosteller nehir kenarında ve göl kenarında olmak üzere iki bölgede toplanmış. Lonely Planet göl kenarındakilerin daha ucuz olduğunu ama güvenlik açısından daha zayıf olduğunu söylüyordu. Biz de şehirdeki saraya da yakın olsun ve yürüyerek gezebilelim diye nehir kenarını tercih ettik.
Birkaç oteli dolaştıktan sonra geceliği 28 USD olan nehir kenarında otelin nehre bakan bir odasına yerleştik. Önce karnımızı
doyuralım deyip yol üstünde biraz gezinip bir pastaneye girdik. Gömleğin üzerine giydiği yelek pislik içinde olan garsona pizza siparişimizi verdik. Pizzalarımızı yedikten sonra şöyle bir dolanalım dedik. Sokağa çıkar çıkmaz yol kenarındaki tuktukçular, motosikletçiler nereye gidiyorsunuz diye sormaya başlıyor. Yol boyunca gördüğümüz dilenciler neredeyse ellerindeki tası ağzımızın içine sokacaklar. Tekerlekli sandalyedeki bir dilenci arkamızdan sinirli bir sesle “brother brother” diye bağırıyordu. Zaten motosiklet trafiğinden dolayı karşıdan karşıya geçmenin bir macera olduğu bu kentte açıkçası pek de gezmek istemedim.
Zaten Fransızlar tarafından kolonizm zamanında sömürge olan ülke II. Dünya Savaşı ve Fransızlara karşı verilen özgürlük mücadelesinin olumsuz etkilerini üstesinden gelmeye çalışırken 1975 yılının Nisan ayında başkenti işgal eden Khmer Rouge-Red Khmers- Kızıl Kımerler tarih sahnesinde yerlerini almışlar. Bir şehrin işgal edilip şehirdeki insanların pirinç tarlalarında çalışmak üzere bir iki gün içinde şehirden çıkarıldıklarını düşünebiliyor musunuz? Ülkedeki tüm şehirler böyle boşaltılmış. İki milyon nüfusu olan başkente kırk-elli bin memur kalmış. Kızıl Kımerler medeniyeti pirinç tarlalarında yeniden başlatmaya karar vermişler. Bu nedenle mevcut medeniye ait ne varsa yakıp yıkmışlar, okullar, hastaneler, bankalar, paralar aklınıza gelen ne varsa. Köylülerin kapitalizme bulaşmamış üstün insanlar olduklarına inanıp toplumun eğitimli sınıfını yok etmişler. Fakat ne çelişkidir ki bunları planlayanların bir kısmının Paris’teki üniversitelerden doktora eğitimi var,
Paris’teki üniversite eğitimini tamamlayamamış Pol Pot ise bu rejimin lideri. Yabancı dil bilmek ve gözlük takmak o dönemlerde öldürülmeniz için yeterli nedenler. Pirinç tarlalarına çalışmaya gönderilen insanların bir kısmı açlıktan bir kısmı da işkenceden ölmüş. Yetiştirilen pirinçlerin ihracat, tohumluk ve gıda olarak üçe bölünmesi planlanmış. Ama varolan medeniyetin modern tarım yöntemlerini kullanmayı reddettiklerinden üretim giderek düşmüş ve yönetimin üst kademesindekileri memnun etmek isteyen alt kademedekiler gıda olarak ayrılan pirinci diğer gruplar için kullanmış ve insanlar açlıktan ölmüş. Doktorları öldürüp okuma yazma bilmeyen köylülerden iki- üç aylık eğitimle sağlık personeli (!) yetiştirmişler. Paris sokaklarındaki kafelerde düşünsel fantezilerle yola çıkan bu insanlar kendi ülkelerinin insanları üzerinde sosyal bir deney yapmışlar. Medeniyeti baştan yaratmak, ne kadar kendini bilmezlik ve ülkenin şimdiki içler acısı sefaleti.
Ertesi gün şimdi müze haline getirilmiş ünlü S21 hapishanesine gittik. Kızıl kımerler zamanında bir okul hapishaneye dönüştürülmüş. Hapishanedekilere düzenli olarak işkence yapılmış. Bunu yapanlar 10-15 yaşındaki Kızıl Kımerler tarafından seçilip işkence için eğitilen çocuklar. Binanın bir kısmında hapishanede ölenlerin fotoğrafları asılmış duvarlara. Bir kızın fotoğrafı dikkatimi çekti. Saç kesiminden, duruşundan eğitimli biri olduğu belliydi. Gözlerine yerleşmiş bakışlar ise bir hiç uğruna öleceğini çok iyi bildiğini gösteriyordu. Ne küskünlük, ne de hınç, yüzüne yerleşmiş ifade anlamsızlıktı. Onun bakışları hala
gözümün önünde.
Burada öldürülmesine karar verilenler ölüm tarlalarına gönderiliyormuş. Killing Fields (Ölüm tarlaları) şehrin biraz daha dışında. Oraya gittiğimizde önce büyük bir anıt gördük. İçi Kızıl Kımerler tarafından öldürülen insanların kemikleriyle doluydu. Bu anıtın arkasında ise ölüm tarlaları vardı. Ölüm tarlalarına kamyonlarla getirilen insanlar burada öldürülüp üst üste kazılmış çukurlara atılıyormuş. Bir ağacın önüne geldiğimizde rehberin küçük çocukların işkenceciler tarafından bu ağaca defalarca vurularak öldürüldüklerini söylediğinde ne hissedeceğimi bilemedim. Bazen işkenceciler öldürmekten yoruldukları için bir kısım insan bir gece bekletilip bir sonraki gün öldürülüyormuş. Öldüklerinden emin olmak içinde üzerlerine kimyasal dökülüyormuş. Bu nasıl bir vahşet...
Phnom Penh’e ait aklımda kalan tek güzellik ise FCC (Foreign Correspondance Club). Burası aslında gazeteciler kulübü ve diğer ülkelerde bu kulübe girmek için kartınız olması gerekiyor, burada ise serbest. Zaten çoğunluk burada yaşayan yabancılar ve turistler. Odun ateşinde pişen pizzaları harika, (French fries) patates kızartmasının yanına da bir tiger (Singapur markalı bir bira- Tiger laa) sipariş ettiniz mi Tonle Sap’ın üzerinde güneşin batışını izlemek bir zevk.
Son gün şehir müzesini gezdikten sonra aklımızda saraya gitmek vardı. Ama hem sarayın erken kapanacak olmasından hem de giriş ücreti gözümüze pahalı geldiğinden vazgeçtik. Bir tuktuk bulup havaalanına gittik. Cebimizde kalan son parayla havaalanı vergilerimizi verip
uçağa bindik. Dönüşte de önce KL’e inip oradan otobüsle önce JB’ye sonrada Singapur’a gelmeyi planladığımızdan gecenin 12:00 sinde KL’den JB’ye giden son otobüsten bir bilet almaya çalıştık. Yanımızda yeterince ringit olmaması, iyi otobüs firmasında bilet kalmamış olması da gecenin bir yarısında çekilecek değildi. Ama noktayı oturduğumuz koltukta gezinen kıskaçlı böcekler oluşturdu. Çantamdaki böcek kovucuyu çıkarıp koltuğa, perdelere, saçıma, kıyafetlerime boca ettim. Tabii doğal olarak da suratımı astım ve eşim de her zamanki gibi eşim suratımı asıyorum diye kızdı, söylendi. Kamboçya gezimizde böyle sona erdi.
Advertisement
Tot: 0.091s; Tpl: 0.013s; cc: 9; qc: 42; dbt: 0.045s; 1; m:domysql w:travelblog (10.17.0.13); sld: 1;
; mem: 1.1mb